Müçtehidlerin içtihadları, İslam’ın temel esaslarıyla ilgili olmayıp Allah ve Resulü (asm) tarafından açıkça belirtilmemiş ve hüküm beyan edilmemiş konular üzerinde gerçekleştirilirdi. Zamanla, aynı konuda çeşitli içtihadlar ve yorumlar ortaya çıktı. Müslümanlar ise kendi bölgelerinde yaşayan müçtehidin içtihadını kabul eder, ibadetlerini ve dini hayatlarını ona göre yönlendirirdi.
Bu tercih ve taraftarlık, zamanla yerini “gidilen yol” manasına gelen “mezhep”lere terk etti. Efendimiz(asm)’den sonraki dönem, hadis ve tefsir gibi birçok İslami ilmin yoğun olarak öğretildiği verimli bir dönemdi. Müctehidlik derecesinde birçok alim bulunuyordu. Her müçtehidin görüş ve fetvasını kabul eden ve ona tabi olan bir toplum vardı, bu da sonuç olarak her imamın bir mezhebin temsilcisi olarak kabul edilmesine yol açtı. Bu durum, yüzlerce mezhebin ortaya çıkmasına yol açtı.
Fakat zaman ilerledikçe, bu müçtehitlerin fetvaları, bir sonraki nesillere taşınamamış veya müçtehidlerin çoğu, kendi ilimlerinde daha bilgili oldukları veya aynı meselede aynı içtihada sahip oldukları imamların mezhebine girmeye başladı. Hikmet-i İlahiyenin sevkiyle sadece 4 mezhebin imamları ve onların talebeleri ümmetçe kabul görmüş ve verdikleri fetvalar, çıkardıkları deliller, yaptıkları kıyaslar son derece sağlam bir şekilde kaydedilerek, tevatür kuvvetiyle bizlere kadar ulaşmıştır.Aslında, mezhep sahibi olan müçtehidlerin hiçbiri, “Biz bir mezhep kurduk, bize uyunuz, bizim mezhebimizi kabul ediniz, o mezhebi benim ismimle söyleyiniz.” şeklinde bir çağrıda bulunmadı. Onlar sadece öğrencilerine dini ilimleri öğretir, gelen sorulara çözüm arayışında bulunurlardı. Bir meselede dinî hükme ihtiyaç duyulduğunda ise bunu açıklarlardı. Bu imamlardan ders alan talebeler, söz ve içtihatlarını kabul eden alimler ve halk da onlara tabi olurdu. Böylece, onların sözleri ve içtihadları bir mezhep şeklini aldı.