Neml suresi 88. ayette geçen “Sen dağları görürsün de onları sabit sanırsın, oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler.” ifadesi, Kur’an-ı Kerim’in yüce mesajları arasında, dağların aslında göründükleri gibi sabit olmadığını, aslında bulutlar gibi sürekli bir hareket içinde olduklarını belirtir. Bu hikmet dolu beyan, 1400 yıl öncesinden günümüzdeki bilimsel keşiflere ışık tutar ve insanın gözlem gücünün ötesinde bir gerçeği bildirir.
Bu sıra dışı kıyaslama, günümüz bilimini hayrete düşürecek bir doğruluğa işaret etmektedir. 20. yüzyılın başlarına kadar, Alman bilim adamı Alfred Wegener’in cesur teorisi olan kıtasal sürüklenme, kara parçalarının binlerce yıl önce birleşik olduğunu, sonra ise farklı yönlere sürüklenerek ayrıldığını öne sürdü. Wegener’in bu iddiası, ölümünden sonra, 1980’lerde jeologlar tarafından onaylandı. Yeryüzündeki kara parçalarının bir zamanlar birbirine bağlı olduğu ve Pangaea adı verilen dev kara kütlesinin Güney Kutbu’nda yer aldığı tespit edildi. Pangaea’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan kıtalar, yılda birkaç santimetrelik hızlarla Dünya yüzeyinde süzülmeye devam etmektedir.
Bu bilimsel gerçekler, Kur’an’ın olağanüstü öngörüsünü daha da etkileyici kılıyor. Allah-u Teâlâ’nın, dağların hareketini “sürüklenme” olarak ifade etmesi, günümüz bilim adamlarının kullandığı “continental drift” yani “kıtasal sürüklenme” terimiyle aynı paralellikte ilerliyor. Kur’an’ın ifadesiyle bilim insanlarının, kıtaların hareketine verdikleri isim aynıdır. Kur’an ve bilim, bu olaya “sürüklenme” ismini vermektedir.
İşte tam da burada, Kur’an’ın derinliklerine daldığımızda, gözlerimizden kaçan gerçekleri öğreniyoruz. Allah-u Teâlâ’nın muazzam kelamında, dağlar ve bulutlar arasında kurulan bu benzersiz benzetme, bize doğanın görünen yüzünün ötesinde yatan hakikatleri keşfetme fırsatı sunmaktadır. “Sen dağları görürsün de onları sabit sanırsın.” İfadeleri, sadece görünenin ardında gizli olanın izini sürmekle kalmaz, aynı zamanda bilim dünyası ile uyum içindeki bu gerçeğe dikkat çeker.
Tüm bu bilgiler ışığında; okuma-yazma bilmeyen bir beşer, 1400 yıl önce astronomi biliminin olmadığı bir dönemde gökyüzünü kendi imkanlarıyla keşfederek bu haberi bize ulaştıramaz. Aynı şekilde, bilim insanlarının bundan sadece 100 yıl önce keşfettiği gerçeği bir insan, 1400 yıl önce kendi çabalarıyla keşfedebilmesi olağan dışıdır. Mantıklı düşünen herkes, bu bilgiye bir insanın ulaşamayacağına kanaat getirecektir. Madem ki herkesin mecbur ve doğal olarak ortak bir anlayışa varacağı bir durum söz konusu; o zaman geriye tek bir seçenek kalıyor ki, o da şudur: Bu gerçeği haber veren kitap, bütün evrenleri tek bir varlıkta birleştiren ve daha sonra bu varlıktan yeryüzünü, gökyüzünü ve içindeki her şeyi yaratan Zat’ın kitabıdır. Evet, Kur’an O Zat’ın kitabı ve ebedi kelamıdır. İnandık ve iman ettik!